değişik soslar dünyasına çılgın yolculuklar yapıp biber salçasıyla dönmek

.

sol klarnetin hiçbir deliğini kapatmadan üflediğinizde çıkan sesin sol olduğunu bilmediğinize göre, konuyu bunun üzerinden devam ettirmek size bahsetmek istediğim şeyin -artık her neyse- gizemini daha fazla arttırır. lakin ben bundan bahsetmiyorum. bi' de leonardo da vinci gerçeği var tabi. tuttuğu bütün notlarını çözülmesin ya da anlaşılmasın diye değil, solak olduğundan ve eli yazdıklarına dokunup mürekkebi dağıtmasın diye tersten yazdığı gerçeği. ben bundan da bahsetmiyorum size. "news" kelimesi var sonra. bu kelimede North,East,West,South kelimelerinin baş harflerinden meydana gelmiş. doğru; ben bundan da bahsetmiyorum size. dişleriniz. alt çenenizdeki dişlerin hepsi bir sinire bağlıyken, üst çenenizdeki dişlerin her biri farklı farklı sinirlere bağlıymış mesela. tebrikler! bu seferde doğru tahmin ettiniz. ben bundan da bahsetmiyorum size. 

kısa bir süre sonra gelen edit: "evet alt çenedeki dişlerin hepsi bir sinire bağlı (n.mandibularis), ama üst çenedeki dişlerin her biri farklı farklı sinirlere bağlı değil, sadece alta göre 3 bölgeye ayrılmış,basitçe ön, orta, arka diye özetleyebiliriz" şeklinde aydınlatıcı bir bilgiyle beni düzelten Adsız (ismini vermek istemeyen bir izleyici) kişisine sonsuz teşekkürler.
mahalle bakkallarının o esrarengiz halleri çoğu çocuk için bir maceradır. yukarı bahsettiğim gereksiz bilgilerden daha esrarengiz hemde. mesela ben bizim mahalle bakkalının, ben evdeyken neler yaptığını çok merak ederdim. rafları tozlu bakkalında öylece oturup durması, bir müşteri geldiğinde yerinden kalkmadan -bazılarında kalkardı şimdi günahını almayalım- verdiği hizmeti filan..

dünya mutfakları hakkında bir vedat milor olmadığımı anlatmama gerek yok malum. dünyayı da bu şekilde ele geçiremeyeceğim aşikar olduğuna göre size biraz market maceramdan bahsetmek için geldim bu sefer. normalde yemek yaparken kullandığım malzemelerin çeşitliliği ile övünen biri değil, kısıtlı malzemeyle maksimum verim elde etmek adına elimden geleni yapan biri olduğumdan anlatacaklarım biraz garip gelebilir. çünkü mesela ben hiç teriyaki sosu yapmadım evde. yediğimi söyleyenlerde halt ediyor hatta..

bisiklet sürerken pantolonunun paçası zincire sıkışıp yağ olan, yağ olmakla kalmayıp yırtılan bir nesil heba oldu gitti. hiç kimsede çıkıp demedi ki agam bu nedir! mahalle bakkalının ne yaptığını merak etmekle kalmayıp, yine aynı mahalleyi paylaştığımız komşularının evleri de bana hep esrarengiz gelmişti. halbu ki ne kadar farklı olabilirdi ki! toplasan iki oda bir salon vardı onlarda da. kaç farklı şey yapabilirlerdi ki? o zamanlar serdar ortaç gibi fikirlerim varmış meğersem. "topu topu 7 nota var. kaç beste yapılabilir ki?" diyen adamla aynı fikre ortak olmuşum. ama işte merak ederdim hep komşuların evlerini. ne yaptıklarını değil, sadece içlerini. çocuk aklı işte; ermiyor ki her şeye..

babil'in asma bahçeleri ne tarafta kalıyordu? bi' de piramitlerde soba bacası olsa eyiydi..

.

bu günlükte yazmaya başladığımdan beri insanların bana sorduğu soruların başında "bu kadar gezecek parayı nereden buluyorsun?" geliyor. gerek tanıdığım, gerekse buradan yazdıklarımı okuyup benimle iletişim kuran herkese aslında bir yere gitme fikrinin sabah uyanıp işe gitmekten farklı olmadığını, imkanlar dahilinde yapılabilecek her şeyin aslında normal bir arkadaş buluşmasıyla aynı şey olduğunu söylüyorum. bazı şeyleri ne kadar da basite indirgiyorum, ölsem keşke..

yeni yerler görme, keşfetme fikri dışarıdan bakıldığından maddi açıdan sorunsuz bir hayatla endeksli gibi görünebilir. aslında hiç yoktan sebeplerle sabahın altısında kalkıp acaba şu dağın ardında ne var demenin maddiyatla ilişkisini, süregelen hayat içinde kendinize ayırdığınız zamanla orantıladığınızda hangisinin daha çok olduğuna bir bakın. eğer kendinize ayırdığınız zaman, maddiyata verdiğiniz önemden azsa hemen geri yatın; gerek yok sabahın altısında uyanmaya. durum böyle olunca da her fırsatta "yeni yerler görmek" denen ve bence -bence dedim sevgili okur, sakın ola hiddetlenme- dünyanın en basit şeyini yapmaya çalışıyorum. zaten işsiz güçsüz bir adam olduğundan mütevellit neden şu dağın ardında ne varmış gidip bakmayayım dedim..


50mm lensimi aldığımdan beri dışarıda deneme şansım olmamıştı. elime geçen bu fırsatı değerlendirmek için ilk olarak onunla başladım yola. normalde uzakta gördüğünüz bir dağın size olan uzaklığı, oraya yürüyerek gidilmeyecek kadar uzun gelir. yorulmaktan öte ümitsizliğe kapılmaya başlar insan. bu da yolun yarısında pes etmeye sebep olur. olmasa keşke..




meğer irlanda'nın ata sporu "hurling" oluyormuş ve ebedi istirahatgahı "croke park" stadyumu böyle bir yermiş

.

dünya nüfusu futbol üzerinde konuşup dursun, insanlar halen geçmişlerine ait sporları yapmaya ve bunu yine geçmişlerine saygı olarak devam ettirmeye devam ediyor. bu ülkelerin başında da irlanda geliyor elbette. geçmişine ve özgürlüğüne ne kadar bağlı bir ülke insanının, tarihi niteliğindeki bu ata sporuna sahip çıkması da bunun en güzel örneklerinden biri. bu spor hakkında bir çok insanın fikir sahibi olmadığına eminim. olanlarında; "eurosport'ta bi' iki kere denk gelmiştim" demesine de aşina olduğumu belirtmek isterim. yaptığım irlanda seyahatinde ziyaret etme fırsatı bulduğum croke park stadyumunu size anlatmak istedim. ama bundan önce hurling neymiş, nasıl oynanırmış ona bi' bakmak lazım;

hurling;
çok hızlı bir spor olmasının yanında esas olarak gal futbolu ile beraber irlanda'nın milli sporudur. ülke nüfusunun yarısından çoğu her yıl düzenlenen hurling organizasyonunu takip eder. irlanda dilinde "iomanaichot" veya "iomaint" olarak adlandırılan hurling, herkesin rahatlıkla oynayabileceği bir oyun değildir. rakibin durdurulması ya da bariz bir şekilde engellenmesi yasaktır. 15 kişiden oluşan takımlar, topa ya da "sliotar" adı verilen özel hurling topunu kazanmaya ve rakibin kalesine sokmaya ya da "hurley" olarak bilinen ellerindeki eğimli çubuğu kullanarak direğin üstünden atmaya çalışır.           (@wikipedia.com)
şeklinde genel bir tanımı yapılabilir. kurallarına bakmak gerekirse;
oyun 30 dakikalık iki devre halinde oynanır ancak; şehir takımları arasındaki maçlarda 35 dakikadır. eşitlik sağlanırsa 10 dakika uzatma olur. oyuncular hurleylerini pas vermek, şut atmak, yerde sektirmek veya topu yakalamak için kullanabilir. topa ayakla vurabilirler ama; elleriyle yerden alamaz, fırlatamaz, ellerinde tutarak 5 adımdan fazla atamazlar. yere değmeden üst üste üç kez tutamaz veya elden ele pas veremezler.        (@wikipedia.com)
@irishconcrete.ie
eğer sporla biraz alakanız varsa ve eğer irlanda'ya, özellikle de dublin'e gittiyseniz, croke park'ı ziyaret etmenizi tavsiye ederim. normalde insanları haftasonları üzerinde formaları ile görürseniz takip edin onları, emin olun sizi bu maçlarından birine götüreceklerdir. stad şehrin merkezine çok yakın. aslında bu stadın irlandalıların özgürlük mücadelesinde büyük bir önemi var. 1920 yılında bir gaelic football (hurlingin sopasız, el ve ayakla oynanan hali. topu normal futbol topuyla neredeyse aynı boyutta) karşılaşması sırasında sahaya giren ingiliz askerleri, tarihte bloody sunday olarak geçen ve sabahında irlandalı asillerce öldürüldüğü iddia edilen 14 ingiliz istihbarat ajanı için seyircilere ateş açmış, bunun sonucunda da biri oyuncu yine 14 kişiyi öldürmüşlerdir. bu yüzden de irlandalılar için bu stad büyük önem taşır. konuyla alakalı bir video..

maç olmadığı günler stadı ziyaret edip müzesini ve stadın içini gezebilir, hatta sahaya bile inebilirsiniz. 





bakkala ekmek almaya gidiyorum diye çıkıp 50mm lens alıp gelmek

.

eğer fx format bir makineye sahipseniz, lens konusunda hem zamana hem de paraya ihtiyacınız vardır. böyle durumlarda da elinize geçen fırsatlarda sabit lenslere düşük maliyetlerle sahip olmak belki de en iyisi. en azından benim için öyle. sürekli lens fiyatlarını takip eden, illa şu lense sahip olmalıyım diye deli divane olmayan benim bile bir  50mm lense ihtiyacım olması çok doğaldı. ve doğa kanunlarını yine yerine getirdi..


yalan yok tek derdim geniş diyafram aralığıydı. elimdeki nikkor 24-120mm f/3.5-5.6G IF-ED VR lensin derinliği ne yazık ki tatmin edici boyutta değil. ha bu o lensimi sevmediğim anlamına gelmesin. kendisi ilk gözağrım olması hasebiyle büyük bir yere sahip. kaldı ki yukarıdaki ve aşağıdaki fotoğrafları da onunla çektim. canım benim yaa. sevişiyoruz zaman zaman.. 



yağmurlu bir iskoçya sabahında "edinburgh" nasıl denirmiş gidip yerinde öğrenmek

.

aslında herhangi bi' gün iskoçya'da uyanmaktır bu.  
                                                                                                                                               sutyen kullanmayan memeli hayvan 08.01.2011 09:31

seyahat fikrini size anlattığımda irlanda'nın bu kadar güzel olacağını düşünmemiştim. ta ki iskoçya'nın onunla yarışacağını görene kadar. aslında iskoçya'nın derken edinburgh'un desem daha doğru olur. çünkü glasgow'u değil de edinburgh'u seçmemin belli başlı nedenleri vardı. bunların başında elbette ki kulaktan dolma bilgiler gelir ve her zaman olduğu gibi de sözlüğün bana söyledikleri :)  malum onsuz bir seyahate çıkamıyorum. tıpkı irlanda'da hilal ve david'in bizi misafir etmesine aracı olması gibi..


irlanda'dan edinburgh'a aer lingus havayolu ile geçtim. aer lingus irlanda'nın ulusal havayolu ve gerçekten de fiyatları ile sizi kendine bağlayabiliyor. londra'dan dublin'e 10€'ya, dublin'den edinburgh'a da 22€ ya bilet bulabiliyorsunuz. bakıldığında gerçekten de güzel fiyat. karayolundan haz etmeyen bünyeler için oldukça mantıklı bir seçenek. kaldı ki eğer dublin'den edinburgh'a gitmek isterseniz karayolundan sonra bir de denizyolu kullanmanız gerekir ki bu da maliyetin kralı demek. benim gibi maliyeti en ucuza getirmek için çabalayan bir bünye için de gereksizliğin dik alası diyebiliriz.



dünyanın sonuna gidip uçurumun kenarından yeryüzüne bakmak

.

bazı hikayelere devam etmek aslında onları tekrar yaşamak gibi. sürekli aynı masalı çocuğuna anlatan anne tadında. onun uyumasını istemekten öte, izlemeyi yeğleyen. onun mamasının sıcaklığını elinin üzerine döküp anlamaya çalışan anneler bunlar. hazır bezlerin icat edilmediği dönemlerde o naylon bezleri yıkayan, sobada ısıttığı  suyla bir de. soğuk çeşme suyuyla..

konu buraya nereden geldi bilmiyorum; lakin fırsat buldukça yazmamdan olsa gerek araya giren zamanda yaşadıklarım anlatacaklarımı da etkiliyor. (bkz: ben bugün bunu gördüm)

irlanda'nın üzerimdeki yükünü atma zamanım geldi de geçiyor. döneli neredeyse bir aydan fazla olacak; ama ben halen bitiremedim irlanda'yı. kısaca bu son yazı, irlanda hakkında. hilal ve david'ten ayrıldıktan sonra, onlara ortalama üç saat süren bir seyahatle cliffs of moher'e ulaştım. iş bu yazı da orası için yazıldı efendim; irlanda'nın en güzel kayalıklarına yani..



irlanda üzerine iç geçirmeler "bir kadın, bir erkek ve üç kedinin hikayesi"

.

irlanda'ya gitme sebepleri arasında guinness'i anlatırken onun sebeplerin arasında sadece biri olduğunundan bahsetmiştim. ikincisi için biraz daha beklemek istedim aslında. hayır anlatırım, çokta iyi yaparım bunu; lakin beklemek artık can sıkmaya başladı. bir an evvel anlatmam lazımdı sizlere.. 

ben de o yapıyorum, fazlasını değil. minnet borcumu böyle ödedim. meshudum.. 


arthur guinness'in mirası için irlanda'ya gitmek ve mirasın köpüklü bir bardak guinness çıkması

.

normalde bir ülkeye gitmeyi planlarken o ülkenin meşhur olan herhangi bir şeyinin olup olmadığına bakmam. beni alakadar eden kısmı o ülkenin türkiye'den vize isteyip istemediği (istese de sorun değil gerçi), uçak bileti fiyatları, ülke içi ulaşım alternatifleri ve fiyatlarıdır. irlanda - iskoçya seyahatini planlarken bunun biraz dışına çıkmak zorunda kaldım. normalde etrafında gecenin bilmem kaçında sadece et yemek için bolu dağındaki et lokantalarına giden insanlar olduğu için; bir ülkeye bir şey yemeye, bir şey içmeye gitmeyi pek yadırgamam. yemek yemeyi değil de yapmayı tercih eden bu beden irlanda'ya gitmeyi bir iki şey için çok istedi. bunlardan biri de işte buydu efendim; guinness..

@google

irlanda üzerine iç geçirmeler "bir dublin hatırası"

.

hamiş;
aslında bu sefer ki seyahatten bahsederken kullanacağım cümleleri çok fazla düşündüm. hatta hiç düşünmediğin kadar diyebilirim. o yüzden düşündüğüm hiçbir cümleyi değil de, sadece aklımdan geçenleri yazıyorum. baya bir fotoğraf var elimde, onlarla yazılacak bir çokta yazı elbet. sadece iş bu yüzden aklımdan geçenleri yazacağım diyorum ya, bakmayın siz bana duygumu da katıyorum..

ilk olarak tanıştırayım; bu şapkam alfonso. bütün seyahat boyunca onu ve beni bu şekilde çekilmiş onlarca pozda çokça göreceğiniz için böyle bir bilgi verme gereği duydum. o yok şimdi, kendisini gelirken orada bıraktım. "ben kalabilir miyim?" dedi; ayıpsın dedim. yeminle bak..

evet uzun süre önce planlanmış bir seyahatti bu. ucuza bulmak için çabalanan uçak biletleri, nerede kalırım acaba gidince merakları filan. hepsi geçti. geçti çocuğum yemin ederim geçti. gel sırtına havlu koyayım, baya bi' terlemişsin. viks sürüp gazete de koy anne! tamam yavrum gel. kıyamam sana..

bir pub'da dans etmek için irlanda'ya, etek giymek için iskoçya'ya, kraliçe çağırdı diye de ingiltere'ye gitmek..

.

aslında herhangi bi' gün iskoçya'da uyanmaktır bu. farkı yoktur az sonra okuyacağınız satırlardan. bir nevi; defalarca söylediğiniz bir şarkıyı tekrar söylemektir, ezber yapmaktır satır satır, iç çekmektir..                                                                                                                                                                      
                                                                            (sutyen kullanmayan memeli hayvan, 08.01.2011 09:31)

yukarıdaki bir kaç cümle aslında uzun senelerdir aklımda olan bir hayalin bir cumartesi sabahı dışavurumudur. öyle büyük hayalleri olmayan benim, elbet bir gün "yağmurlu bir iskoçya sabahına uyanması" üzerine kurduğu düşlerin, o düşlere mashar olmuş bedenlerin, senlerin, benlerin, bizlerin..


yol zamanıdır efendim, yolculuk zamanıdır. hani biraz gideyim de sonra gelirimlerin zamanıdır belki. tenefüste eve gidip beden dersi için üzerini değişen çocuk sevinciyle dolmaktır bendeki; hani şu kimsede olmayan evi okula yakın şanslı öğrenci tribi..

yakında çıkacağım ingiltere, irlanda, iskoçya seyahatinden bahsediyorum. zamanı çoktan gelmişte geçen bir seyahatten. sırt çantamı, çadırımı, uyku tulumumu ve elbette fotoğraf makinemi hazır ettiğim seyahatten. nasılda özlemişim o halleri; ucuz uçak bileti bulma çabalarını, kalacak yer ayarlarken çekilen sıkıntıları filan.. 

ingiltere aslında ilk durak. irlanda'ya gitmek için basamak olarak kullanılacak ilk durak. kendisine dönüşte biraz zaman ayırmak sözü verdik, bakalım tutarsak..



merhaba! ben sarışınım ve menemenim kabuklu domateslerden yapıldı diye size hayallerimden bahsettim..

.

yazılan destanların hangisinde kahraman olmak isterdiniz? 

eski yunan uygarlıklarının birinde mi, uzak doğuda yaşananlarda mı, yoksa hiçbirinde mi. genelde kahraman olmak  için ortada bir de olumsuz bir durumun olması lazım sanırım. o zaman bir kahramana ihtiyaç duyulur çünkü. o zaman gözler birisini arar, o zaman sebep doğar eli havaya kaldırıp "özgürlük" diye bağıran birine. 

acı; tarih kahramanları asanlar tarafından yazılır..


laf özgürlükten açılmışken biraz deşmek lazım gelir yarayı. misal; sabah kalktığınızda lanet ediyorsanız o gün yapacaklarınıza, artık alıp gitme vakti gelmiştir başınızı. geç bile kalınmıştır hatta, vakti gelip de geçiyordur. ne kaybedersiniz ki. neyden eksik kalırsınız. yoksa uyandığınızda lanet ettiğiniz işinizden mi? 

aslında yazdığım son cümlenin sonunda "soru işareti (?)" olmaması lazım. eğer siz o soru işaretini görüyorsanız, yani okuduğunuzda hakikaten sizde bir soru ifadesi uyandırıyorsa emin olun aslında dile getiremediğiniz bir sıkıntınız var. hatta sıkıntınızın ne olduğunu da söylerdim de. neyse..

ben bunları salık verdim kendime. şimdi biraz da olanlardan bahsedeyim izninizle;




"tok olduğumuzda yaftalar yiyoruz" diyorsanız; peki o zaman, umursamaz tavrımın hastası olunuz..

.

"zamanlama" hakkında yapılan sohbetlerin birinden çıktım az önce. kendisine sorulan soruları içtenlikle yanıtlayan zaman; aslında bu kadar da büyütülecek bir şey olmadığını, ileride daha da güzel olacağına inandığımız her şeyin normalde de olabileceğine dair elinde bazı kanıtlar olduğunu söyledi. 

"- bunları açıklamanın zamanı gelmedi mi?" 

..diye sorduğumda ise; "zamana zamanla alakalı sorular mı soruyorsun" diye mantıklı bir cevap verdi. kendine göre mantıklıydı evet; ancak ben hala elindeki kanıtları merak ediyorum. yapmamalı mıyım?


tükenmez kalemlerin yazmadığında ne kadar da gıcık şeyler olduklarını anlatmaya başlasam ne kadar sürer acaba? gerek var mı? yok mu? peki..


evimin penceresinden baktığımda gördüğüm manzara bu. kimisi için güzel gelebilir, lafım olmaz. kimisi içinse merak unsurudur eminim, neresidir burası diye tahayyül ettiren. benim için ne olduğuna dair destanlar yazabilirim aslında. kısa ve öz anlatmam gerekir diye kendime telkinlerde bulundum şimdi de. 

cevap; yeni zelanda'ya gitmeden önce yaşamak zorunda kaldığım evin penceresinden gördüğüm manzara.



olaya fransız olmak için kalkıp fransa'ya gitmek #2

.

"zamana yemin ederim ki; insan ziyandadır. inananlarla iyilik yapanlar, bir de birbirine doğruyu tavsiye edenlerle, sabrı tavsiye edenler hariç."    Asr Suresi

..diye başlamayı uygun görmüş bir seyyah sözlerine. sonrasında kendine has üslubu ile biraz konuşmak istemiş. almış eline o senelerdir elinden düşürmediği asasını, dayamış çenesine.

biz demiş; 

gönlü feraha ermiş bir neslin evlatlarıyız. kim ki; aklından geçirirse yaptığı iyiliği, onadır asıl hayranlığımız. onadır el çırpışımız her lahzada, her kapanan perde de bir daha gelsin diye alkışımız onadır..

paris efendim..

bir önceki yazıda aslında neye niyet ettiğimi az çok anlatmıştık. "aşk" ile anılan bir şehri betimlemek için aşkı mı, yoksa ona aşık olanı mı anlatmanın daha doğru olduğunu. bir nevi hastalıklı düşünce listeleri bunlar. hani ilelebet süregelen farklı hegemonyaları, elinde uzun bi' çubukla dürtmeye çalışmak filan. bahçedeki arı kovanına çomak sokmaya hevesli, arılar başına üşüşünce de annesinin eteğinin altına saklanan çocukluk halleri yani..


kalabalık sokaklar, neydü belirsiz telaşlar bütünü, akıl almaz bir alışveriş çılgınlığı, pahalı kıyafetleri ile sokakta moda defilesi düzenlemeye meyl etmiş kadınlar..

böyle bi' kaç kelime daha bulurum aslında paris'i anlatmaya; lakin içimden gelmiyor. içinde birazcık seyyah ruhu taşıyan herkes, bu düsturu devam ettirmek için paris'e gitmemek gerektiğini bilir. ben de onlardan biriyim aslında. haa yolumuz düştüğü halde ondan bahsetmemek, tanımamaya çalışmamak olmaz elbet. yalnız içimde ne bir özgürlük hissi uyandırdı, ne de nice'de yaşadığım kadar eski-yeni sosyalizmi. ifade etmekteki zorlanmam da sanırım bu yüzden. tamam; bir şey bulmaya gitmedim, bulup da göstermemezlik de etmedim; ancak ilk defa bu kadar çok şeyin arasında, hiçbir şey bulamamazlık etmemiştim. suç benimse kabulüm, çekerim cezamı..




olaya fransız olmak için kalkıp fransa'ya gitmek #1

.


bir çember çizilse; merkezinde sen, kenarında ben. sen döndükçe beni, ben döndükçe seni görsem. öyle bir an gelse, yarı çapı sıfır olsa..  (ömer hayyam)

böyle bir niyetle çıktık efendim bu sefer yola. heybemize umut doldurduk, aklımıza 'gitme' fikrinin tecellisini. bir seferde ne kadar niyet edebiliriz acaba dedik. döndük sonra, baktık ardımıza, bunlar kalmış geriye..

kalanlardan başlayalım o zaman efendim; aklımızda kalanların, gözümüzden yansımasına buyur edelim sizi.. 


uçaklar.. 

aslında bana göre okulun en güzel kızı; aşkını kimseye söyleyemediğim, içten içe hayalini kurduğum bir dilber-i âlem sanki. hani onlarla geçirdiğim zamanları biraz daha fazla tutsam, sanki benden bıkacaklarmış hissi veriyorlar. olsun varsın. biraz işve, biraz naz sanırım fena gelmez meclisimize..

işte böyle başladı fransa seyahati. biraz macera olsun diye (kabul ediyorum fazla oldu) ingiltere üzerinden fransa'ya gitme fikri peydah oldu bünyede. evet bilet ucuzdu belki; lakin "ne gerek vardı şimdi bu kadar yola" diyecekler için gelsin efendim; rast makamında..

sevmekten kim usanır, tadına doyum olmaz..




"merhaba ben bâde, bu da benim sesim.."

.


ilk olarak şunu söylemem lazım. uzun zamandır, yazdığım yazıların neye niyet ettiğini merak ediyorum. kendileri ile çeşitli sohbet ortamlarında, çeşitli dost meclislerinde meşk ediyor; bazı zamanlar gurûba karşı bu son bahçelerde keyfimizce mehtaba çıkıyoruz. eğreti duran ne varsa hayatlarımızda düzeltmeye çalışıyor, iştirakımızdan mütevellit duyduğumuz bu heyecanı, içinde bulunduğumuz ahvâlimizden soruyoruz. dem vuruyoruz kısacası; hayattan dem vuruyoruz..


mesela içlerinden birinin tek hayali; trt'de kadrolu bendirci olmak. düşünün o kadar saf, o kadar tekdüze hayalleri var. sıradanlıktan filan değil ha! sadece içlerinden geldiği gibi yaşayıp, içlerinden geldiği gibi konuşmalarından bu. çay söylediler sonra her birimize, tavşan kanı. aslında bu terimi kullanıp çayları söyleyen genç delikanlı, hayatında hiç tavşan kanı görmediğden olsa gerek; ulu orta kullanmıştı bu terimi. sonrasında, sohbet meclisinden, yaşını başını almış, tecrübesi burnunun ucuna kadar inmiş gözlüğünden belli olan biri kısık bir sesle sordu; 

sen hiç tavşan kanı bildin mi?

..bilmemiş garibim nereden bilsin. hiç ölü tavşan görmemiş ki. görmez de inşallah..

neyse biz hikayemize dönelim. bir diğeri mesela; onunda tek hayali yaptığı kara kalem çizimleri ulus'ta ki sergiye götürmek. biriktirdiği üç-beş kuruşu onlara verip; "abi şunları bi' kaç gün şurda assak da gelen giden baksa olur mu?" diyebilmek.

yapar ama o. ciddiyim! çocukta ışık var. ben gördüm yaa. hem temiz yüzlü, ak pak bi' şey. azıcıkta ağzı laf yapsa, vallahi de billahi de koskoca sergi açar darülbedai'de. hem tanıdığı varmış sanırım fünûn'dan. o elinden tutacak diyolla. hadi hayırlısı bakalım..



serkisof memed ağa..




bir hayale salık verme anlamındaki -di eki

.


iştirak etmek lazım müşterek olan her şeye. mutluluk mesela; hiçbir mutluluk yoktur ki sadece kendi başına yaşadığında anlam kazansın..

gidişte hakeza. sadece gidene yaramaz her gidiş, geride kalana da bırakır bir şeyler. sus pus oturmalar, aniden kalkıp gitmeler; hep geride kalanı acıtır..

iştirak etmek lazım. yok öle yalan dolan, her biri  yoksul iki bedene bir şeyler lazım. sefasını sürecek her kimse bu hayatın, ona da biri lazım..

dedim ya mirim, iştirak etmek lazım..


çimlere uzandığınız oldu mu?
yayılın çimlerin üzerine,
acele edin!
er veya geç
çimenler yayılacak üzerinize

                              Jaques Prevert




* iş bu yazı; uçsuz bucaksız bir kumsalda bembeyaz bir kağıda yazılmış (-dı).