siyah beyaz bir jazz öğleden sonrası

.

itiraf etmem gerekir ki müzikle olan tek bağım, zaman zaman elim alıp üflediğim neyim şu sıralar. divan edebiyatı konusunda eğitim almaya başladığım andan itibaren -ki bu amatör olarak ilkokulda başlamıştı- tasavvuf müziğine karşı garip hislerim vardı. onun da bana varmış ki yollarımız bir yerde kesişti. kısaca boş değildik birbirimize. ilk başlarda okuduğum beyitlerin anlamlarını saatlerce arardım mesela. neyi ne için kullanmış şair, burada kastettiği neydi filan diye. sonraları ona olan tutkumu kendisine açmaya karar verdiğimde durumun vahameti, avuç içleri terleyen bir çocuğunkinden farksızdı. seviyordum, gittim konuştum. ilerisini düşünmek yerine saf ve bir o kadar da derin anlamlar aramaya başladım içimde. beyitlerin arasında kayboluşlarım, neyimi elime aldığımda daha derin olmaya başlamıştı. dede efendi'den dinliyordum çoğu zaman. canlı ne kadar ses varsa ney'den çıkan bulmaya çalışıyordum. artık ne kadar üflüyorsam tek seferde, başım ağrıyordu. nefesimi boş bir kamışın içinden evrene sunmak dünyanın en güzel zevkiydi bana.. 

zaman zaman hala öyle aslında. ben bi' nevi dergahını şaşırmış bir derviş gibi oradan oraya savrulurken, neyin bahşettiği o istikamet her zaman bana en mantıklı yol olur.. olsun da zaten. evrenin bizim üzerimizde oynadığı oyunlara inat, eskiye olan hayranlığımız nüksetsin. başkasının eskisine olmasına gerek yok, bizim eskimize nüksetsin. sizin eskinize hatta..

işte böyle anların birinde rastladım efendim bu jazz üstadına. neyimin yanımda olmaması değiştirirken ruhaniyetini, fotoğraf makinemin izdırabı kapladı bütün new york'u. çünkü o idi bütün mu muhteşemliği hafızasına alan, gören gözlerden daha sakin ve katî!


central park'da ne kadar sincap var acaba diye merak edip hepsinin peşinden koşarken, karşımıza çıkan bu kendine has adamı seyre daldık. bütün sincapları boş vermiştik bi' anda. hepsi ağaçlardan yere bile inmişti halbusa ki. deli gibi bıraktık onları oracıkta. bu sanatsal devrimin içine daldık..


allah bizim cezamızı versindi!

elimizden geldiğince rahatsız etmedik bu sanatsal devrimi. hatta onun birer neferi olduk. bütün herkes buna karşı gelirken biz, soğuk mevsimlerini de merak ettiğimiz new york'u yaşıyorduk. klasik bir jazz eserinin eşliğinde. gelip geçenlerin anlamayıp bizim anladığımız neydi, bunu merak ediyorduk. mesela benim fotoğraf çekmem daha çekici geliyordu insanlara. orada bu adam dururken neden new york'daki bir çok insanın yaptığı şeyi yapan birini izlerlerdi ki?


itiraf etmek gerekirse dinlerken ile bunları çekerken arasında düşündüklerimin farklılığı, insanların neden bu devrime iştirak etmediklerini az biraz açıklıyordu. ama sonucunu bulmaktansa onu dinlemek ve biraz da size izlettirmek istedim. ne iyi de ettim, ne güzel de ettim..

biz ülkecek o cânım küvetlere, o plastik tabureleri koyduğumuzda bittik aslında. o uzun zincirli siyah tıpalar asla affetmeyecek bizi. ve biz her zaman bu yokluğun içinde bir bestenin nakaratına mahkum kalacağız. oysaki ne güzel inatlaşıyorduk hayatla. o bize rest çekiyordu, biz ise onun derdiğini çekiyorduk. aynaları bile müzik yapan bir ırkın kıskançlığını yaşıyorduk hep birlikte. canlı yayında ne söyleyeceğini unutan birer yarışmacıydık ve hayat bizimle dalgasını fena halde güzel geçiyordu..


hayatla uğraşmayı bırakıp dinginliğe teğet geçmek

.

insan bir şehri neden ikinci kere ziyaret eder ki? neden yani, niçin? ona anlatmaya çalıştığı şeyi tam olarak anlatamadığı için filan mı? alakası yok.. sayısız bahane bulunur elbet ya da kendi fikrinize inanmanızı sağlayacak tonlarca sebep. bunların hangisinin "seyahat" fikrini tetiklediği konusunda ise mücbir sebepler hariç hiçbiri gerçek hayatla örtüşmez. mesela ben.. bu günlüğe (her ne kadar gün be gün yazmasam da) yazdığım son yazıların hepsinde farklı bir halet-i ruhiye içindeyim. amacın seyahat etmek fikrinden tamamen sıyrılıp, hiç beklenmedik bir düstura intikal olması, öyle herkesin anlayamayacağı türden bir devinimin parçası olmak demek.  ya da tam tersi, bilemedim.. herkese anlatamayacak hikayeler bilmek gibi sanırım bu. biliyorsunuz ama anlatamıyorsunuz. mahalle baskısının bir başka hali sanki. sükunet içinde işlenmiş tonlarca cinayet. ipuçları kolay bulunmasın diye maktulün tam yanına konmuş. dahiyane bir fikir bu bence. çünkü ilk yaptığınız şey maktulün üzerini örtmektir, yanına yöresine bakmak değil.. 

son seyahatlerimde de bunu yaşıyorum. gittiğimde gördüğüm ya da yaşadığım şeyleri değil, bana aslında ifade ettiği ama size daha önceden söyleyemediklerimi yazıyorum. yoksa ben de biliyorum size şuraya gidin, şunu kesin yapın, şunu içmeden dönmeyin demeyi. kaldı ki bunu daha önce defalarca da yaptım. sanırım kabuk değiştirmek biraz da bu. "seyahat etmek" eyleminin aslında ne kadar kolay olduğunu anlamaya başladığında insanlar ve bunu ifade etmenin güzelliğini kalplerinde, ceplerinde gördüklerinde asıl olanın bunu ifade edebilmek (etmek demedim farkındaysanız) olduğuna kanaat getirdi. yaptıklarına sonsuz saygı duyuyorum, keşke hep yapsalar. lakin olayın biraz dibine dalmaya başlayınca hiç de o kadar masum olmadıklarını gözlerimle görüyorum. irkiliyorum..

bundan iki hafta kadar önce kiev'deydim yine, geçen bayram olduğu gibi. şehrin asaletinden çok vahameti beni davet etti bu sefer. sevdiğim kadınla hem de. olayın bu şekilde başlamış olması, şehre olan hasretimin geçen sefer ifade edemediğim bazı duygulardan kaynaklanmasından ileri geliyordu. öyle sade ve anlık hislerdi ki bunlar, kimilerince aşk olarak nitelendirildiği bile oluyordu. çünkü şehir alabildiğince bir kadına benziyordu, o kadın ise tenine dokunmama izin veren bir asaletin ta kendisiydi. tahmin edeceğiniz üzre yine maceralı ve bir o kadar da güzel bir seyahatti. kiev'in o kimine göre ihtişamlı, kimine göre ise fahişe hali bizi kendine çekiyor; her sabah kalktığımızda soğuk bir duş alma hissi uyandırıyordu. yine yediğimiz suşilerine haddi hesabı yoktu mesela. içtiğimiz alkollerin de tabi. paris'in pahalılığından dem vururken garson; 5 kişilik, harika seçim bir şarap açılmış masaya komik hesaplar getiriyordu. gece hayatının o aldatıcı yüzünü bırakıp bir kenara, striptiz kulüpler geziyorduk en aldatıcı güzelliği bulmak için. gitmeden daha iki hafta önce karşı geldiğimiz bir iktidarın şerefine kadeh kaldırmak bu olsaydı. oldu da.. sonra devşirme hevesler için bir kadeh daha sipariş ediyorduk, hesap yine komik rakamlardan meydana geliyordu. iktidar sıfırdı(0), garson kız iki(2)..
babam eskiden neşe karaböcek kasetleri dinlerdi. kadının adının ne kadar da komik olduğunu filan düşünürdüm. karaböcek.. yani bir sanatçı neden kendine karaböcek soyadı seçerdi ki. hele bir de saçları sarı olmasına rağmen. sonra olayın kelimelerden daha farklı olduğunu anlamaya başladım. kadın sesini iyi kullanıyordu ve babam da bunu seviyordu..

metro istasyonları ile ünlü bir şehri yeraltından değil de yer üstünden keşfetmeyi filan deniyorduk. serinlemek istediğimiz anlarda metro kullanmayı filan keşfetmiştik mesela. her birinde aşina olduğumuz güzelliklere bir yenisi daha ekleniyordu. iki adamın öpüşmesinin bile itici gelmediği bir dünyadaydık sanki. hormonlarına karşı gelemeyenlerin destanı herkesçe bilinir olmuştu. bu durum yöresel yemekler yemek için gittiğimiz bir mekanda bile peşimizi bırakmıyordu. örneklendirmeye çalıştığım şeyin ne kadar da basit olduğunu anlamaları için insanlara, film özetleri yapıyordum. hepsinde "bi' adam" oluyordu ve hepsi de saçmalığın dik âlâsıydı. yine de çok güzeldi kiev. hatta duş alırken suyun sıcaklığını ayarlamaya gerek bile bırakmayacak kadar güzeldi. kadındı çünkü; seni, beni kendine aşık edecek kadar kadındı. ona ifade edemediğimiz iltifatları sanki binlerde kez duymuş gibi davranıyordu. kahpelik onun doğasında vardı yani. ama hesap yine çok komik rakamlar şeklinde masaya geliyordu..
baştan beri diyorum ya seyahat etmek şu bu filan diye, aslında bu olay bir nevi yokluğu kabullenmek gibi. yani elinizdeki imkanları kabulleniyorsunuz ve bütün her şeyinizle ona yoğunlaşıyorsunuz. şu kadar para, şu kadar zaman gibi. yani olabilecekleri (ki bunu asıl seyyahlar yapar) en minimumda tutup, en fazla verimi almaya bakıyorsunuz. cesaretiniz ve azminiz hep daha fazlası için sizi canlı tutuyor. yürümeye alışıyorsunuz mesela, yürürken harita okumaya bi de. yanlış metro istasyonundan inince aynı istikamete bir daha gidiyorsunuz filan. güzel şeyler bunlar elbet. kıskandırıcı bir o kadar da..

nisan ayında londra'nın kendine yakışanı giymesi

.

üzerinden zaman geçince biraz, ilelebet payidar olacak kutsal toprakların ifade özgürlüğü ile dolu olması zaman alıyor sanırım. herkes kendi bildiği parçayı çalıyor mesela, flütle..
parklar bahçeler dolaşmak için biraz, estirdiğim terörün şehrine bilmem kaçıncı kez ayak basıyordum. marksist duygular besliyordum beyaz pandaların ölümüne. seyahat adı altında yaptığım şeylere lanet ederken ben, iğde ağacı rengini anlatmaya kalkışıyordum sana. duvarlarında nanide tablolar olsun diye belki de. oysa ki ben flüt dahi çalamıyordum. zürafaları örnek gösteriyordum sürekli, ahmaklığımın diz boyunu ölçerken.. 

@sekersizpastil'in ojektifinden
..çantalarımızı topladık. sanki ayrılışların bir başkası gelecekmiş gibi yaptığımız bu iş, az önce yaşadığımız ateşli sevişmeden sanki daha zevkliydi. sonradan farkediyorduk aslında durumun sıradanlığını. biz ayrılırken, fırına az önce koyduğu yemeği paylaşma azmi ile dolu ev sahibimiz, kız arkadaşının gözlerinde açtığı şarabı tadıyordu. kadınsa konuşulan helçeden bi' haber, meraklı gözlerle az önce çıktığı duştan artakalan ıslak saçlarıyla oynuyordu. teklifler geri çevrildi nazık bir dille ve yola koyulduk. kalanlar yine birdi, gidenlerse..
oysa ki o kadar da fena değildi açlığımız. belki tadardık o yemekten ama kaçırmaktan korktuğumuz otobüsle olan münasebetimiz, bütün londra seyahatinde bize eşlik eden içi yeşillik dolu sandviçlerden daha güzel durmuyordu. tam tadını almışken sevmelerin, bırakmayalım diyorduk. önüme gelen herkese, sokakta uzun uzun dudağından öpebildiğin bir kadının yanında ne kadar da mutlu olunabileceğini anlatıyordum ki; bilmem kaçıncı kez sen çıkageldin..

bir nevi aslına rücuydü yaptığımız. cuma gününden çıkıp pazar günü dönülecek bir yolcukta kendimize katacağımız tek şey, yine sadece kendimizdik. durumun benzerliğini; daha bitirmediğimiz yemeği önümüzden alan garsonla bağdaştırmaya kalkıyorsak da, beceremiyorduk. her şey yazılmıştı hesabımıza..

metroları kullanıyorduk mesela. yürümekten aldığımız zevk bambaşkaydı, el ele tutuştuğumuzdan olsa gerek. sırf bu yüzden gitmeden tartışmasını yapmıştık giyeceğimiz ayakkabıların. ben tarafsız kalmayı yeğliyordum. zira tek çift ayakkabım vardı ve bu savaşta tek kozumu da onunla harcamak istemiyordum. haklıydım, bu seyahate çıkmakta haklı olduğum kadar..

müzeler filan gezmeyi planlıyorduk ilk başlarda. sanatsal sevişmelerimiz olduğu kadar, eğlenceli sataşmalarımız da vardır bizim. tek perdelik oyunların saltanatını yıkıp, işi binbir gece masallarına çeviriyorduk. ilk seyahatinde birbirimizden tiksinmediğimiz için de binlerce seyirci topluyorduk salonlara. imrenerek bakan gözlere, alkıştan kızarmış avuçlar ekliyorduk. çok romantik olsun diye kırmızıyla kaplıyorduk bütün sahneyi. suretleri değil de, karakterleri ön plana çıkarıyorduk. hatta son oyunumuzda, aldığı suyun parasını tam ödemeyen bir ingiliz ile bir hintli'nin kavgasını canlandırıyorduk ki; gök kuşağı çıkageldi..


böyle edebi konuşmıcam elbette bütün yazı boyunca. ama insan seyahat kavramının temellerini kökten değiştirmeye kalkınca sıradan girişler yapamıyor bu sayfalara. bundan sonra sıradanlaşacak filan değil elbette anlatacaklarım. sadece biraz daha ağdasız olur belki. tabi yine şuraya gidin, şunu yapınlarla da dolu olmayacak. bunca seyahatten sonra şunu farkettim ki, insanlar yaptıkları seyahatlerin mantığına farklı amaçlar yüklüyor. tecrübeyle filan alakalı değil ha! bildiğiniz sıradanlığın uçsuz bucaksız algoritması. mesela kimse anlatmamış gittiği şehirde sevdiği kadının kokusunun nasıl geldiğini. hatta kimse anlatmamış o kokunun kendinde bıraktığı izi. sadece ben yapıyım diye belki de, bilmiyorum. işte sırf bu yüzden size londra'yı değil de, bende bıraktıklarını anlatıyorum..

koskoca keşkeleri emaye bir tencereyle paylaşmak

.

verdiği demeçlerin birinde; "cüretkâr sevişme sahnelerinde seve seve oynarım" gibi iddialı bir cümle kullanmıştı. oysa ki olayın ne sevişmekle, ne de cüretkârlıkla uzaktan yakından alakası yoktu. tek derdi, bütün alışveriş boyunca aklına gelmesi için uğraştığı ama bir türlü bulamadığı o en gerekli şeyin ne olduğuydu. yolda rastladığı ve kendisine annesinin iki günde bir süt aldığı ayla abla'yı çağrıştıran kadın sayesinde aklına gelen beş kiloluk mavi emaye tencereyi gözünün önüne getirmeye çalıştı. vazgeçti sonra. aklının bir köşesinde bıraktığı o şiddetvari anıyı hatırlayıp başını hafifçe salladı. sanki başına konan bir sineği kovma çabası gibiydi. saçmaydı..
sonbahar başlayalı sanırım üç hafta olmuştu. öğretmeni tarafından kendisine bahşedilmiş masa örtüsü yıkama görevini layıkıyla yerine getirmek için eve hızlı adımlarla koşarken, annesinin geçen yaz ördüğü kaşkolu sıranın altında unuttuğunu farketti. geri dönüp dönmemek arasında yaşadığı tereddüt, öğle saatinde parası o kadarına yettiği için aldığı yarım simitte yaşadığından kat be kat fazlaydı. yarım simit kavramını bundan 4 yıl önce hademe ali abi ortaya atmıştı. ilk yarım simidi alan olayın muhteşemliğinden bir haber, birazını arkadaşına vermiş geri kalanını da kendi yiyordu. yani o da her öğrenci gibi aldığı hiçbir şeyin tadına tam anlamıyla varamamıştı. allah onları nasıl biliyorsa öyle yapsındı. ali abi; okul müdüründen habersiz, parası çıkışmayan çocuklara yarım simit satarak hem onların gönüllerini yapıyor hem de para kazanıyordu. simidin yarım olup olmadığına yine kendisi karar veriyor, simitleri uzattığı o küçük kare pencere arkasından çevirdiği dolaplarla çocuklar arasında sürekli esrarengiz bir hava estiriyordu. efsanelere göre simitleri elleriyle değil, kullandığı o keskin bıçakla bölüyordu. çünkü simitler çok nizamiydi ve bu işte kesinlikle bir ustanın parmağı olmalıydı. gerçek çok geçmeden çıktı ortaya. ali abi simitleri bıçağıyla değil, bir önceki teneffüs sınıfın sobasına attığı odunlar için kullandığı elleriyle bölüyordu. yani onun ne bıçağı vardı, ne de onu kullanmak için bir tahtası. tek gerçek usta işi elleriydi. kesinlikle kusursuz işler çıkartıyorlardı.
bütün bu anıları kolaçan ederken beyninde, zihni yine o mavi emaye tencereye kaydı. sanki peşini hiç bırakmayan bi' lanetmiş gibi ensesinden ayrılmıyordu. galiba doğduğu günden beri bir amerikan korku filminin içindeydi ve film nevada'da geçiyordu. ortam hep sıcaktı. benzin istasyonundan deposunu dolduran herkes elinde iki bira ve iki üç paket cips ile çıkıyordu. arabada rehin tuttuğu kadına; "sana bi' şeyler aldım" deyip  uzattığı cipsleri yine kendi kafasında buluyordu. peşinden gelen okkalı osmanlı tokadı kadının suratında patlarken, böyle bir olayda osmanlı tokadının ne işinin olduğunu düşündü. beyni kendisine çok büyük oyunlar oynuyordu..

aslında o günü yaşamasına sebep olan olay unuttuğu kaşkolunu alıp almaması arasında yaşadığı tereddüttü. belki bunu yaşamasa ne yolda gördüğü kadın annesinin süt aldığı ayla abla'yı, ne de o teyze vasıtsıyle mavi emaye tencereyi çağrıştıracaktı. okula vardığında ali abi çoktan o küçük penceresini kapatmış, öğretmenler odasından yürüttüğü sandalyesine oturmuş bu günkü hasılatını hesaplıyordu. camı bir kere tıklattı. ali abi hiç beklemediğinden olsa gerek ani bir irkilmeyle elindeki bozuk paralardan bir kısmını yere düşürdü. bunları çarşıdaki osman bakkaliyesi'ne götürüp bütünlettiriyor, tam karşılığını aldığı kağıt paralarla kendini daha zengin hissediyordu. oysa ki bütün madeni paraların tutarı, eline geçen kağıt paralarla aynıydı..
osman bakkal, küçücük kasabada şehirden getirdiği ve üzeri yorgan ipiyle dikilmiş çuvallarda sattığı yeşil sabunlarıyla ünlüydü. bütün kasaba bunların kepeğe iyi geldiği düşünüyordu. oysa ki gerçek, kasabada kimsenin kepek sorununun olmadığıydı. bütün herkes bu durumu yeşil sabunlara bağlıyor, bu sayede osman amca haddinden fazla yeşil sabun satıyordu. bu sabunun bir diğer özelliği de ilk kullanılan anda kafanızda bir mermer parçası gezdiriyormuş hissi vermesiydi. köpürmüyordu! köpürmeyi bırakın, biraz erimesi neredeyse ilk banyonun sonlarını buluyordu. mesela ben; eğer o sabunla ilk kez yıkanacaksam annemden önce banyoya giriyor, o gelene kadar sabunu banyo kazanından zar zor gelen sıcak suyun altına tutuyordum. suyun altına tutuyordum derken musluktan akan değil elbet. babannemin hacdan getirdiği bakır tastan akan suyun altına. eğer bunu yaparken anneme yakalanırsam o günkü sırt keseleme merasimi bir işkenceye dönüşüyor, o sırada verilen mini ekonomi dersleriyle de kulaklarımın pası siliniyordu. çünkü annemin sesi banyoda müzeyyen senarvari bir havaya bürünüyor, ortam birden foça'daki bir balıkçıya dönüyordu. beynimin içinde kadehler tokuşuyor, haydarinin hafif sulu olması canımı sıkıyordu..
 - ne var lan!

şeklinde bir haykırışla kendinden bekleneni yapan ali abi, kafasını o küçücük kare pencereden  uzatıp geçen ay yaptırdığı altın dişiyle hesap sormaya başlıyordu. cevap vermek için ağzından çıkan son tükürüğü bekleyip derdini ifşa etti;

-- şey ali abi.. atkımı sıranın altında unutmuşum da.

- iyi bok yemişin!


yine başını fütursuzca salladı. geçen sefer dahi bir işe yaramadığını bildiği halde bunu tekrar denemesi, baştan beri yaşadığı talihsizliklere sanki bir gönderme gibiydi. annesinin her bayram yaptığı tatlıları kilere sakladığını bilip de bilmemezlikten gelişi, divan edebiyatı şairlerini bile kıskandıracak tecahül-i arif sanatlarıyla doluydu. işin garip yanı ise; son bayramda tatlı şerbetsiz olduğu için bütün bu sanatlar boşa gitmiş, şiirin bütünlüğü içinde yok olan yine dünyevi zevklere olmuştu. 

asya'nın ufuklarında doğan güneşin sadeliğine şahit olmak

.

uzun zaman olmuş..

eskilerden konuşmaya başladığım andan itibaren neyin yeni, neyin eski olduğunu anlayamaz oldum. tabi bu sürecin doğal reaksiyonlar göstermesi konusunda bilimsel çalışmalarım yok lakin; anlatmaya çalıştığım şeylerin aşık olduğum kadına karşı betimlemesi, dünyadaki en büyük sorunum halini alıyor. çözemediğimden ya da aklımın almadığından değil, ben sadece katlanan bir kağıdın sallanan bir masanın kısa olan ayağının altında ezilmesinden zevk almıyorum. küçük detaylar arasında boğulurken, o kağıt parçasında ne yazdığını bilme gayretim, her şeyin önüne geçiyor. kendimi senden alamıyorum..

ekseni kaymış dünyaların insanlarıyız hepimiz. neyin doğru olduğunu sorgulayacak zamanımız filan yok! iliklemeye en alttan başlarken anneannenizin ördüğü hırkanın düğmelerini, ona olan hasretimizi dahi hiç düşünmüyoruz. düstur edindiğimiz bütün doğruları hiçe sayıyoruz. misal ben, bu okuduğunuz şeyleri komşumun internetini ondan izinsiz kullanarak yazıyorum. düşünün işte o kadar kötü durumdayız. tarih bizi affetmeyecek sanırım.
ufkumuzu açmak için hayal kurmak da neyin nesi! bunun, dibinde az kalmış reçel kavanozunu bir çay tabağına kapatıp yavaş yavaş akmasını izlemekten farkı yok. izdihamlar içinde kaybolmaya çalışmak ya da. bir nevi uhrevi huzurlarda bir çeşme havası. şairin de dediği gibi; her tarafından ziya akan.. 
seferi olmak adına yaptığım yolculuklarım oldu tabi, olmadı diyemem. en azından bir amaca hizmet ettikleri konusunda hemfikiriz (seninle tabi). hal böyle olunca bunları anlatma içgüdüm daha da bir depreşiyor. kazanan kim oluyor onu bilmiyorum ama; bunu idrak edebilme ihtimalime bayılıyorum..


singapur > tayvan uçuşunda çektim bu fotoğrafı. düşünün işte, bulutların üzerinde iken bile size o küçücük camdan bakma fırsatı bile vermemek için ellerinden geleni yapıyorlar. belki de özgürlüğü en güzel hissedeceğiniz anda bile. koltuğunuz koridor tarafında olsa bile bunu yapıyorlar size. mahkum ediyorlar önünüzdeki ekrana. ayağa kalkıp yürüdüğünüzde bile, önünüze mahremiyetin anatomisini seriyorlar. çırılçıplak hem de. en olası sevişmelerden bile zevk almıyorsunuz, kendinize utanarak baktığınız. bulutların üzerindesiniz ulan! daha ne olsun.. özgürlükse dibine kadar..

geçen aydı sanırım, tarihini de tam hatırlamıyorum. tayvan ve singapur'a gitme fırsatım oldu. asya kıtasına ilk gidişimdi. merakın yanında daha başka şeyler de aradım ama yoktu. ben ilelebet sürgüne gönderilmiş bir ülkenin kralını oynuyordum ama bütün salon bomboştu.

perdeler üzerine kapanmasın, siz de nasiplenin diye fotoğraflar çekmeye çalıştım. tabi beklenen ya da umulan cinsten olmadıkları kesin. yine de anlatacak şeyler çıkartmak konusunda yaptığım ihtisasımın bitirme tezi olarak görülebilir. orası sizin takdiriniz olsun. her zaman ki gibi. malum rüyalarımız her zaman aynı olmayacak..


itiraf etmem gerekirse neyi anlatmam gerektiğini inanın ben de bilmiyorum. bu tıpkı elini attığın her bisküvinin kırık olması gibi. alakasızlıkların sınırları kısaca..

siz boşverin de benim tayvan'da singapur'da ne yaptığımı da ben size daha başka şeylerden bahsedeyim. aralarda da fotoğraflar filan olsun işte, tıpkı eskisi gibi. nasıl olsa bir gün tayvan'a ya da singapur'a gidecek olursanız ulaşırsınız bana. yapmadığım şey değil, elimden geldiğince yardımcı olurum. öyle yapalım biz öyle. en iyisi bu..

ne diyordum..

hah! fazla zamanımız yok. kendimden örnek veriyim mesela. daha gitmediğim ülkelerin sayısı, gittiklerimden fazla. ne için çabaladığımı filan zannediyorum ki. hesap ortada işte, cepten yiyoruz. her dakika, her saniye hatta. durumun vahametini ortaya koymak için daha bir sürü şey dökerdim de ortaya, sonra toplaması da bana kalıyor diye korkuyorum. hayır üşendiğimden filan değil, arda kalanlar yüzünden bütün endişem. fezaya yükselmek adına sırça köşklerimden oluyorum..
hanginizden başlamam lazım mesela? sarı ışıkta oturmayı tercih ediyor diye bir kadına aşık olanlarınızdan mı? ilk sen söyledin diye güzelmiş gibi gelen bütün nihavent şarkıları, bir de hüzzam makamında duymayı tercih ettim diyen benden mi yoksa. bütün büyük filozofların ortak kanısıdır birazdan okuyacağınız cümle. işte sırf bu yüzdendir benim de bütün suçu büyük filozoflara atışım. "iffetini beş paralık etmiş bütün kötülüklerin anasıdır sanat. sırf siz bir şeyleri beğenin diye renkleri, sesleri, hatta bir çamuru bile güzelmiş gibi gösteren.." 
davranışsal kaygılar aslında. hani bir sonu ya da başı olmayan, olsa da adı konulmamış devasa küçüklükler. her biri bir öncekinden daha saf, bir sonrakine daha kirli geçen. destesi bozulmuş bir kumar kağıdı gibi, yerini başka şeylerle doldurulmaya çalışılmış, başarılması an meselesi. özgüven sahibi insanların yapacağı şey değil, sırf ayağı sığmıyor diye masasındaki sürgülü klavyeliği yerinden çıkarmak.
bulamadığım çözümlerin en güzeliydin halbu ki sen, sağlaman sonucundan güzel..